Salı, Nisan 01, 2008

Arthur Clarke

Geçen hafta içinde bilim kurgu okumaları günlerimden bir hoş seda olan Arthur Clarke’ın ölüm haberi geldi.

Bilim kurgu romanları dünyasında başlıca iki ana ekol vardır. Bir tanesi ‘Damardan bilim kurgucular’ olarak nitelendirebileceğim, romanlarını bilimsel bilgiler üzerine kurup, farklı gelecekler düşleyenlerdir.

Bunların çoğunda geleceğin bilimi konusunda da fantastik öngörüler bulunur. Arthur Clarke bu ekolün Asimov ile birlikte önde gelen ismiydi.

Bilim kurgunun diğer ekolü ise bilimle hiç ilgilenmeyen, uzay savaşları ve farklı bilimsel gelecek gibi konulara hiç rağbet etmeyen romancılardır. Bunlar gündelik yaşamın farklı yaşandığı kurgularda bulunurlardı.

Harlan Ellison’un başını çektiği bu ekol, bir anlamda bilim kurguya çok enteresan boyutlar açmıştır. Bunlarda uzaylılar filan hiç yoktu, sıradan insanların kendilerini farklı kurallara göre çalışan dünyada bulmalarının yarattığı sonuçlar irdeleniyordu.

Bir televizyon dizisi olan ‘Alacakaranlık Kuşağı’ bu ekole yakındır. Arthur Clarke’ın temsil ettiği ekole yakın olan televizyon dizisi ise ‘Uzay Yolu’dur. Hatta ‘Uzay Yolu’ dizisinin konseptini Clarke’ın yarattığı da biliniyor.

‘Damardan bilim kurgucular’ ileride yaşanabilecek bilimsel gelişmeler hakkında da çoğu defa isabetli tahminler yapmışlardır.

Clarke, örneğin; uydu haberleşmeleri hakkında olayın gerçekleşmesinden yıllarca önce çok içerikli tespitlerde bulunmuştur. Asimov ise aynı şeyi ilerisinin robotları hakkında yapabilmiştir.

Bu arada dinlere inanmadıkları halde bilimsel çalışmaları sonucunda Tanrı’ya inanmaya başlayan teorik fizikçileri okuyorum ya Arthur Clarke’ın ölüm haberini alınca onun aslında Tanrı’ya ne kadar güçlü inandığını düşündüm.

Keşke Clarke’ın ‘2001: A Space Odyssey’ kitabını bugünlerde okumuş olsaydım. Çünkü teorik fizikçilerin tavırlarını bilerek o kitabı okumak ve Stanley Kubrick’in aynı adlı filmini izlemenin, anlatılanın anlamını daha iyi anlamaya yol açacağını görüyorum.

Kitapta Clarke insanlığın gelişimini uzayla bağlantılı olarak inceler ve evrimin maymun aşamasında gökten bir siyah bir kaya gelir, toprağa çakılır kalır. Maymunlar İngiltere’deki Stonehenge kalıntılarını hatırlatan bu siyah kayayı görünce adeta çıldırır, etrafında dönüp dururlar.

Sonra filmin gelişiminde insanlar uzay yolculuğuna çıkıp, uzayın derinliğine giderler. Bilgisayar bozulunca birçok olay çıkar ve uzay aracı bir kara deliğin ağzına gelir. Araç buna da girer ve aniden anlatılan olayın kahramanı bir zaman yolculuğuna çıkar, çocukluğundan kendi ölümüne kadar giden yaşam macerasını görür ve sonunda, yaşlı bir adam olarak kendisi ölüm yatağındadır. Başını yana çevirir, yanı başında o maymunları deliye çeviren siyah kayayı görür ve son nefesini verir.

Teorik fizikçilerin anlattığı şekliyle bir Tanrı kavramı ancak bu kadar elegan biçimde anlatılabilirdi.

Arthur Clarke gerçekten derinliği olan büyük bir yazardı. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Keza Stanley Kubrick de öyleymiş. Çünkü bu kadar zor bir konuyu bu kadar şık filmleştirmek için dâhi olmak gerekiyor. İki dâhiye saygı duyuyorum o kadar.

Serdar Turgut, 23.3.2008 Akşam
link

Etiketler:

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home