Çarşamba, Haziran 30, 2010
Salı, Haziran 29, 2010
Pazartesi, Haziran 28, 2010
Pazar, Haziran 27, 2010
Hopdediks Diyorum
(...) Asteriks ya da Uygarlığın Işıkları kitabında böyle bir özen gösterilmemiş. İlk sayfalarda çevirmen bir notu var: ‘metinde geçen kitap adları ve özel adlarla ilgili olarak karışıklıklara meydan vermemek amacıyla, olabildiğince daha önceki kullanımlara uyulmuştur’. Bu açıklama çok anlaşılır değil, kitap Asteriks hakkında olmakla birlikte herhangi bir kitapçıda veya kitap satışı yapan internet sitelerinde bulunulabilinen mevcut diziye (Remzi Kitabevi) bakılmamış. Örneğin Asteriks Hispania’da diye bir albümden en az on defa söz ediliyor, bu isimle yayınlanan bir albüm yok, olmadı da. Fransızcaları aynen aktarıldığı için kim kimdir çoğu yerde anlaşılmıyor. Hokusfokus, Büyüfiks, Kakofoniks, Dertsiziks, Toptoriks gibi isimler sayfalarda yer almıyor. Dizide tekrara dayanan pek çok deyiş ve ifadenin ne olduğuna, nasıl çevrildiğine hiç mi hiç değer verilmemiş. O kadar ki ses efektleri dahi bilinmiyor. Anlaşılan o ki çevirmen, Asteriks ya da bir çizgi roman okuru değil, şüphesiz şart değil olabilir ama tercüme edilecek pek çok kitap varken keşke tercih edilmeseymiş diyeceğim… İşin editöryal kısmını hiç katmıyorum. Okur olarak asgari bir özen gösterilmesini bekliyor insan. Epeyce de hızlı çevrilmiş, hemen her sayfada Türkçesi sorunlu, anlaşılmayan cümleler var. Onlardan değil ama bir iki kavramsal yanlıştan söz edeyim.Yazının tamamı için link
Etiketler: 101 Yorum
Cumartesi, Haziran 26, 2010
Otuz İki Kısım Tekmili Birden
(...) 1938-1950 yılları arasında başta Süpermen ve Batman olmak üzere, eksantrik, tuhaf, eğlenceli ve ‘beş paraya’ pek çok süper kahraman dergisi yayınlandı. Romana adlarını veren Kavalier ve Clay, o günlerin miladında, herkesin yeni bir Süpermen tasarladığı bir aralıkta piyasaya giriyorlar. Nazilerden kaçan, aklı fikri ailesini Avrupa’dan kurtarmak olan ve o güne değin çizgi roman okumamış, sıra dışı bir yeteneğe sahip Kavalier projenin asıl yürütücüsü oluyor. Ortağı ve kuzeni Clay ise geçirdiği çocuk felci nedeniyle fiziken zayıf, buna karşın akıllı, konuşkan, plan ve pazarlamayı yapan bir tasarımcı-senarist konumunda. Böyle bir birliktelik, insana Süpermen’in yaratıcılarını, bir başka Yahudi ikiliyi Siegel-Shuster’i hatırlatıyor. Chabon, biri yazar diğeri çizer-kara kalemci (penciller) ikili benzerliğini bilerek kullanmış, Siegel-Shuster’in isim olarak kitapta yer aldığını belirtelim. Amerikan çizgi roman endüstrisinde yer alan diğer Yahudi üreticilerden de (Kirby, Kane, Eisner, Lee vd) faydalanılmış; Kavalier karakteri, Çek göçmeni olması nedeniyle Steve Ditko’yu ve altmışlı yılların yıldız çizeri Jim Steranko’yu andırıyor örneğin. Yarattıkları çizgi roman kahramanının (Kurtarıcı olarak Türkçeye çevrilmişse de!) Escapist olan ismi, özel yan anlamlar içerdiği için öylesine tercih edilmemiş. Kavalier de tıpkı Steranko gibi hem çok güçlü bir çizer hem de Steranko ve Harry Houdini gibi kelepçe, zincir ve iplerden, kilitli sandıklardan kurtulmayı başarabilen bir gösteri sanatçısı. Escapist, Escapology-Escape artist adlandırmalarından geliyor, şüphesiz ki “kaçış sanatı olarak çizgi roman” ya da “Nazilerden kaçan Yahudiler”i de aklımıza getirmeden geçemiyoruz. Eğlenceli göndermelere devam: Siegel-Shuster, Süpermen’i yaratırken Douglas Fairbanks ve onun Clark Kent alter egosu olarak Harold Lloyd’u temel almışlardır (her ikisi de yine Yahudi’dir), Kavalier ve Clay, bu ikiliyi her bakımdan hatırlatıyorlar. Will Eisner’ın aynı dönemi ve çizgi roman dünyasını anlatan otobiyografik grafik romanı The Dreamer’daki (1986) adlandırmalarıyla Bill Eyron-Jimmy Samson’u dahi andırıyorlar kimi zaman.yazının tamamı için link
Etiketler: 101 Yorum
Perşembe, Haziran 24, 2010
Çarşamba, Haziran 23, 2010
Salı, Haziran 22, 2010
Deli Gücük İmza Gününden
Oturanlar: (başta) Uğur B.Sertçelik, Çağrı Coşkun, Özgür Kurtuluş, (ayakta kitap imzalayan) Mahmud A.Asrar, Bahri Gördebak, arkada ayakta eli belinde çatık kaşla masayı izleyen bendeniz...Etiketler: Deli Gücük
Pazartesi, Haziran 21, 2010
Life Eaters: Wildstorm Comics

Ünlü bilim kurgu yazarı David Brin’in yazdığı ve Scott Hampton’ın resimlediği Life Eaters, son zamanlarda yayınlanmış en başarılı alternatif tarih grafik romanlarından biri olma özelliğini taşıyor. David Brin, çizgi romana yazdığı sonsözde, bilim kurgunun “what if” sorusunu sıklıkla sorduğunu, “mevcut düzen böyle devam ederse ne olur” konusunda kafa yorduğunu söylüyor. Geleceğin bilim kurgu için önemli bir oyun sahası olduğunu, fakat bilim kurgu yazarlarının “what if” sorusunu bazen geçmişe dönük olarak sorduklarını da ekliyor.
Geçmişteki bir olay farklı bir şekilde gelişmiş olsaydı, günümüzün dünyası nasıl olurdu sorusuna en ilginç ve en meşhur cevaplardan birini Philip K. Dick'in Yüksek Şatodaki Adam adlı romanında verdiği şüphe götürmez. Dick, bu romanında II. Dünya Savaşı’nı Almanlar ve Japonlar kazansaydı, nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk sorusu üzerinden bir alternatif tarih yazmıştır. David Brin de, Dick'in sorduğu soruyu tekrar soruyor ve Almanların savaşı kazanmış olmasının nedeni olarak bambaşka bir fikir ortaya atıyor. Hitler’in okültizm ve kara sanatlara olan ilgisine dair yazılanlardan yola çıkarak, Nazilerin kara büyü yoluyla, Thor ve Odin gibi İskandinav Tanrılarını çağırdığına, onların ezeli düşmanlarından Loki’nin de karşı tarafta yer aldığına dair bir hikaye yazıyor. Hikaye ilerledikçe, dünyanın farklı yerlerindeki insanların da, kendi mitlerindeki Tanrıları çağırdığına ve dünyada Tanrılar arası bir savaşın çıktığına şahit oluyoruz. Sadece bir grup bunun bir parçası olmayı reddediyor ve dünyanın bu Tanrılara değil insanlara ait olduğunu savunuyor. Scott Hampton’ın, Alex Ross’unkini andıran fotorealistik çizimleriyle bir sahicilik havası kazanan hikâye, Yüksek Şatodaki Adam’daki o nihailik atmosferini de devam ettiriyor. Ve insanlık kazanıyor (mu?) [C.Y.].
Pazar, Haziran 20, 2010
Cumartesi, Haziran 19, 2010
Kostümlere Devlet Karışırsa...
(...) Ekseriyetle ailelerini yitirmiş, bir intikam tutkusuyla bu uğraşa girmişlerdir. Özgüvenlidirler, sıra dışı özellikleri nedeniyle toplumdan ayrılmakta, bu ayrımı belirginleştirmek içinse kostüm giymektedirler. Adalet anlayışları farklıdır, hukukla mutlaka çelişen yargılara sahiptirler. Bu mütereddit ruh hali onları bağımsız kılmakta, suçluları yakalayarak suçla karışan “masumluklarını” legalize etmektedirler. Hepsinin gizli bir kimliği, insan olarak yaşadığı dünyevi dertleri vardır. Bilimle ilişkilidirler, ya kendileri bilim adamıdır ya da çevrelerinde bilimle uğraşan yandaşları vardır. Söz konusu bilim, sözde teknik jargonuna rağmen Büyücü Merlin’in sihirlerinden farksızdır. Kostümleri üniformalarıdır, yüzlerini saklamaya özel bir önem vermektedirler.Yazının tamamı için link
Etiketler: 101 Yorum
Cuma, Haziran 18, 2010
Deli Gücük İmza ve Eskiz Günü
Deli Gücük: Alacakaranlık Zamanlar Kitabının imza ve eskiz günü 19 Haziran Cumartesi günü Ankamall Alışveriş Merkezinde D&R Kitapevinin bulunduğu kattaki standda yapılacak. 13:00-17:00 saatleri arasındaki etkinliğe tüm Deli Gücük okurlarını, çizgi roman severleri, yazar ve çizerleri davet ediyoruz. Standda ayrıca Deli gücük kitapları ve Tam Macera Dergileri %50 indirimli olacak, posterler ve eskizler satılacak.Etiketler: Deli Gücük
Murat Başol: “Bizim Nesil Edebiyatla Anlaşamadı”
Deli Gücük Alacakaranlık Zamanlar albümünün çizerlerinden biri olan Murat Başol ile konuştuk.
Sizi Deli Gücük'ün ikinci albümünden tanıyoruz. Çizgi romanla ilgilenir miydiniz? Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Hep ilgilendim. Profesyonel çizerliğe karikatür çizerek başladım. Sonra çizgi roman (Dıgıl dergisi) çizsem de karikatür temelli çizgili hikâyeler oldu. Animasyona merak saldıktan sonra,
dergi çizerliğinden uzaklaştım. Şimdi çizgi ile ilgili herşeyle ilgileniyorum. Çizgi roman yapmak ta bunlardan bir tanesi...
Deli Gücük daha çok Avrupalı bir tarza sahip, bilmem katılır mısınız? Pek üretim yapılmadığı için bir ayrım yapacağım. Dergiler dışında örneğin Çapa Grubu da Amerikan süper kahraman tarzında işler yapıyor. Siz nasıl tanımlarsınız çizerlik anlayışınızı...
Çizgi kültürümüz hep Avrupalı oldu ama Amerikan ekolünü de “süper hero” olayıdır diye kestirip atmak, haksızlık olur. Çok farklı işler üreten bir endüstriden bahsediyoruz. Aslında bana kalırsa ekollerin bittiği bir döneme giriyoruz. Bütün dünyadaki çizerler birbirleriyle etkileşim içindeler. Bu geçmişle kıyaslandığında yeni bir şey… Yirmi yıl önce Brezilya'daki adamın nasıl çizdiğini bilemezdik. Şimdi biliyoruz. Deli gücük de Avrupa ekolü gibi duruyor. Öyle olmalı zaten. Çapa grubu Amerikan tarzı işler yapması tamamen tercih meselesiydi. Çizerlerinin hedefi zaten Amerikan çizgi roman piyasasına çizmekti ve bu gerçekleşti. Rakibi çok olan bir lige girmek büyük başarıdır, fanzin yayınları ise hâlâ devam ediyor (...)
Röportajın tamamı için link
Hep ilgilendim. Profesyonel çizerliğe karikatür çizerek başladım. Sonra çizgi roman (Dıgıl dergisi) çizsem de karikatür temelli çizgili hikâyeler oldu. Animasyona merak saldıktan sonra,
dergi çizerliğinden uzaklaştım. Şimdi çizgi ile ilgili herşeyle ilgileniyorum. Çizgi roman yapmak ta bunlardan bir tanesi...
Deli Gücük daha çok Avrupalı bir tarza sahip, bilmem katılır mısınız? Pek üretim yapılmadığı için bir ayrım yapacağım. Dergiler dışında örneğin Çapa Grubu da Amerikan süper kahraman tarzında işler yapıyor. Siz nasıl tanımlarsınız çizerlik anlayışınızı...
Çizgi kültürümüz hep Avrupalı oldu ama Amerikan ekolünü de “süper hero” olayıdır diye kestirip atmak, haksızlık olur. Çok farklı işler üreten bir endüstriden bahsediyoruz. Aslında bana kalırsa ekollerin bittiği bir döneme giriyoruz. Bütün dünyadaki çizerler birbirleriyle etkileşim içindeler. Bu geçmişle kıyaslandığında yeni bir şey… Yirmi yıl önce Brezilya'daki adamın nasıl çizdiğini bilemezdik. Şimdi biliyoruz. Deli gücük de Avrupa ekolü gibi duruyor. Öyle olmalı zaten. Çapa grubu Amerikan tarzı işler yapması tamamen tercih meselesiydi. Çizerlerinin hedefi zaten Amerikan çizgi roman piyasasına çizmekti ve bu gerçekleşti. Rakibi çok olan bir lige girmek büyük başarıdır, fanzin yayınları ise hâlâ devam ediyor (...)
Röportajın tamamı için link
Etiketler: Deli Gücük
The Beast Of Chicago
T
he Beast Of Chicago, Heavy Metal ve National Lampoon Magazine’deki işleriyle de bilinen, Rick Geary’nin, NBM Comics Lit için yazıp çizdiği true crime dizisi “A Treasury Of Victorian Murder”ın bir parçası. Adından da anlaşılacağı üzere, bu dizi, Karındeşen Jack, Lizzie Borden ve Charles J. Guiteau gibi Viktorya dönemi katillerinin hayatları ve cinayetlerine odaklanma özelliği taşıyor.
The Beast Of Chicago, Amerika’nın ilk seri katili olarak ünlenmiş, 1880’lerin sonuyla 1890’ların ilk yarısı arasında Chicago’da faaliyet göstermiş olan Herman W. Mudget, veya bilinen adıyla Dr. H. H. Holmes’u konu alıyor. H. H. Holmes’un suç yaşamı üniversite yıllarında sigorta şirketlerini çeşitli kereler dolandırmasıyla başlıyor, ve bunu yapmaya “kariyer”inin sonuna kadar devam ediyor. Chicago’ya geldiğinde, bir eczanede işe giriyor ve kısa sürede, gizemli bir şekilde mekanı ele geçiriyor (sahibi ortadan kayboluyor) ve dükkanın hemen yanındaki araziye “kale” adıyla bilinen bir ölüm evi inşa ettiriyor. Alt katında çeşitli dükkanların bulunduğu, üst katlarınınsa misafirhane işlevi gördüğü bu bina, yıllar içinde garip bir şekilde ortadan kaybolan pek çok insanın mezarı oluyor (Holmes, tıp öğrencileri için kadavra ve iskelet temin ediyor). Tam bir kadın avcısı olan Holmes, tanıştığı hemen her kadınla flört etmekten geri kalmıyor ve üç kadınla, farklı isimler altında, farklı zamanlarda evleniyor. En sonunda Pinkerton dedektifleri tarafından yakalanıyor ve yargılandıktan sonra idama mahkum ediliyor. Holmes’un kaç kişiyi öldürdüğü konusunda çeşitli spekülasyonlar var. Kendisi, ölmeden önce, 27 kişiyi öldürdüğünü söylese de, rakamlar 200-300’e kadar çıkıyor.
Geary, Holmes’un hikayesini olabildiğince belgesele yakın bir şekilde ele almış. (Kitabın açılışında bir kaynakça kısmı yer alıyor.) Neredeyse hiç konuşma veya düşünme balonu kullanmamış. Karakterlerin sesi hemen hiç duyulmamış. Geary, sanki isteyerek, dramatik bir etki uyandırmaktan kaçınmış gibi. Bu özellikler, kanımca, kitabı bir çizgi roman olmaktan uzaklaştırmış. Kitap daha ziyade, Holmes hakkında derlenen bilgilerin resimlenmiş bir versiyonu, bir çizgi-döküman haline gelmiş.
Wikipedia’da, Geary ile ilgili başlıkta, erken dönem çizimlerinin Edward Gorey’nin tarzını andırdığı, daha sonra kendi tarzını geliştirdiği yazılmış. Gerçekten de, Gorey’nin gotik, Tim Burton’ın tarzının (ve hatta belki Bahadır Baruter’in Ruhaltı’ndaki işlerinin) öncülü olarak düşünülebilecek çizimleriyle karşılaştırıldığında, Geary’nin çizimlerinin biraz daha aydınlık ve sevimli olduğu söylenebilir – ki bu da aslında kitabın içeriğiyle bir tezat oluşturmakta. (Can Y.)
he Beast Of Chicago, Heavy Metal ve National Lampoon Magazine’deki işleriyle de bilinen, Rick Geary’nin, NBM Comics Lit için yazıp çizdiği true crime dizisi “A Treasury Of Victorian Murder”ın bir parçası. Adından da anlaşılacağı üzere, bu dizi, Karındeşen Jack, Lizzie Borden ve Charles J. Guiteau gibi Viktorya dönemi katillerinin hayatları ve cinayetlerine odaklanma özelliği taşıyor. The Beast Of Chicago, Amerika’nın ilk seri katili olarak ünlenmiş, 1880’lerin sonuyla 1890’ların ilk yarısı arasında Chicago’da faaliyet göstermiş olan Herman W. Mudget, veya bilinen adıyla Dr. H. H. Holmes’u konu alıyor. H. H. Holmes’un suç yaşamı üniversite yıllarında sigorta şirketlerini çeşitli kereler dolandırmasıyla başlıyor, ve bunu yapmaya “kariyer”inin sonuna kadar devam ediyor. Chicago’ya geldiğinde, bir eczanede işe giriyor ve kısa sürede, gizemli bir şekilde mekanı ele geçiriyor (sahibi ortadan kayboluyor) ve dükkanın hemen yanındaki araziye “kale” adıyla bilinen bir ölüm evi inşa ettiriyor. Alt katında çeşitli dükkanların bulunduğu, üst katlarınınsa misafirhane işlevi gördüğü bu bina, yıllar içinde garip bir şekilde ortadan kaybolan pek çok insanın mezarı oluyor (Holmes, tıp öğrencileri için kadavra ve iskelet temin ediyor). Tam bir kadın avcısı olan Holmes, tanıştığı hemen her kadınla flört etmekten geri kalmıyor ve üç kadınla, farklı isimler altında, farklı zamanlarda evleniyor. En sonunda Pinkerton dedektifleri tarafından yakalanıyor ve yargılandıktan sonra idama mahkum ediliyor. Holmes’un kaç kişiyi öldürdüğü konusunda çeşitli spekülasyonlar var. Kendisi, ölmeden önce, 27 kişiyi öldürdüğünü söylese de, rakamlar 200-300’e kadar çıkıyor.
Geary, Holmes’un hikayesini olabildiğince belgesele yakın bir şekilde ele almış. (Kitabın açılışında bir kaynakça kısmı yer alıyor.) Neredeyse hiç konuşma veya düşünme balonu kullanmamış. Karakterlerin sesi hemen hiç duyulmamış. Geary, sanki isteyerek, dramatik bir etki uyandırmaktan kaçınmış gibi. Bu özellikler, kanımca, kitabı bir çizgi roman olmaktan uzaklaştırmış. Kitap daha ziyade, Holmes hakkında derlenen bilgilerin resimlenmiş bir versiyonu, bir çizgi-döküman haline gelmiş.
Wikipedia’da, Geary ile ilgili başlıkta, erken dönem çizimlerinin Edward Gorey’nin tarzını andırdığı, daha sonra kendi tarzını geliştirdiği yazılmış. Gerçekten de, Gorey’nin gotik, Tim Burton’ın tarzının (ve hatta belki Bahadır Baruter’in Ruhaltı’ndaki işlerinin) öncülü olarak düşünülebilecek çizimleriyle karşılaştırıldığında, Geary’nin çizimlerinin biraz daha aydınlık ve sevimli olduğu söylenebilir – ki bu da aslında kitabın içeriğiyle bir tezat oluşturmakta. (Can Y.)
Perşembe, Haziran 17, 2010
Çarşamba, Haziran 16, 2010
Duyurulur
Bir süredir blog sayfamız ya geç açılıyor ya da hiç açılmıyor. Blog subdomainimiz google bağlantılı olduğu ve hükümet bir süredir bağlantıda kısıtlamalar yaptığı için böylesi bir sorunla karşı karşıyayız. Bu aksaklığı anlayışla karşılayacağınızı umuyoruz.Etiketler: duyurulur
Salı, Haziran 15, 2010
Kadınlar ve Kahramanlar
Süper kahraman serüvenleri büyüdü, olgunlaştı. Hatta dişileşti... Tabii erkeksi kadın kahramanlardan söz etmiyoruz. Fade From Grace üzerinden bakalım: Sıradan, genç bir adam. Süper kahramanlara dair bir fikri yok. Günlerini biricik kız arkadaşıyla geçiriyor. Hayattan büyük beklentileri de yok. Dondurma almak için dışarı çıktığı bir gün, geri döndüğünde evini ateşler içinde buluyor ve bütün gücüyle ateşe atlayıp sevgilisini kurtarıyor. Bu olay süper güçlerini keşfetmesini sağlıyor ve John böylece kötülerin karşısına dikilmeye başlıyor.FFG bize bu klasik öyküyü, olaydan hemen sonra evlenen kahramanın eşinin gözünden takip etme fırsatını veriyor. John'un yavaş yavaş Fade'e dönüşünü ve bu dönüşüm esnasında yaşadığı keyifli ve sıkıntılı durumları daha insani bir bakış açısıyla takip ediyoruz. Fade'in yaralarına Grace ile üzülürken, süper kahraman isminin seçimi esnasında yaşananlara gülüyoruz. Genellikle güçlü bir karakter olarak karşımzıza çıkmayan kahraman kadınlarına hiç benzemiyor Grace. Tanıdığımız kadınlara benziyor biraz.
İşte bu yüzden kötülerle mücadelelere fazla yer vermeyen hüzünlü bir aşk öyküsü kitaba ağırlığını koymuş. Bowie'yi anımsatan üzücü finali ile doruğuna ulaşan farklı bir süper kahraman kitabı. Gabriel Benson'ın ayrıntılara yer vermeyen, renk ağırlıklı çalışması, kitabın Jeff Amano imzalı gerçekçi öyküsünü masalsı bir ortama taşımış.
Genellikle kadın okuyuculara tavsiye edilen çizgi roman kitapları (Julia, Blankets) dikkate değerdir. Fade Of Grace'i de önce kadın okuyuculara tavsiye ediyoruz. Öyküyü 5 kitaplık seri halinde basan Beckett Comics'e de dikkat! (Serdar Kökçeoğlu)
Pazartesi, Haziran 14, 2010
Başrolde Hitler mi Vardı?
(...) Kavgam Manga, Türkçede daha önce yayınlanan Kapital Manga’yı (Yordam Kitap, 2009) hazırlayan ekip tarafından anti-faşist bir duyarlılıkla hazırlanmış. Bu sebeple sadık bir uyarlamadan ziyade belli ölçülerde kitabı da kapsayan Hitler’in (bir dönemini anlatan) biyografisi olarak tanımlanabilir. Çizgi romana bakıldığında hikâye akışına ket vuran bir belge(sel)cilik yapılmamış. Dramatik bir eksende kısmi psikolojik göndermeler kullanılarak Hitler’in başka türlü bir hayat ve kişilik olabileceğine dair yorumda bulunulmuş. Babasıyla ilişkisi farklı olabilseydi ya da sanatçı olarak kabul görseydi “kıyım olmazdı”, “savaş çıkmazdı!” iddiasını taşıyan beyhude (ve spekülatif) tarih yorumları vardır. Uyarlamada bu çıkarım kendini hissettiriyor. Parti içinde yükselirken ilk bölümlerdeki masum ve kandırılmaya müsait kişiliğini göremiyoruz. Bu duygusal uçurum doğal olarak mübalağalı ama çizgi romana özgü bir agrandize değil. Hitler literatüründe benzer nitelikte eşik ve kırılma anları (What if) çeşitli biçimlerde kullanılmış, onun insani yüzünü göstermek iddiasıyla anlatılara başka türlü bir gerçeklik (vehmi) katılmaya çalışılmıştır. Hâlbuki biliyoruz ki mesele Hitler değil bütün Almanya’nın “milli hisleri galeyana gelerek” günah keçisini bulması, herkesin haklı (ve normal) bulduğu bir tepkiyle eyleyeceğini eylemesidir. Yazının tamamı için link
Pazar, Haziran 13, 2010
Özgür Kurtuluş: "Hedefimiz Yılda İki Cilt Çizgi Roman Çıkarmak"
Tam Macera'nın yayınının durmasını neye bağlıyorsunuz?Birkaç sebebi var. Öncelikle memleketteki bütün bağımsız dergilerin yaşadığı sorunları yaşıyorduk. Telif ödeyemiyorduk, yeterince tanıtım yapamıyorduk, iyi dağıtılamıyorduk. 10000 adet basıyorduk, 2000 noktaya dağıtılıyorduk ama dergi bulunamıyordu! Bu bizim dışımızda dağıtım tekellerinin koşullarından ve bayilik sisteminden ileri gelen sorunlardan kaynaklanıyordu. Bir çizgi roman dergisini üretmek başka herhangi bir dergiden çok daha zor tahmin edersiniz. Belirli serileri olan yani isteyenin kafasına göre çizdiği bir derleme dergi değildi Tam Macera. Ciddi bir editoryal çalışması, senaryo yazımı ve çizim süreci vardı. Çok zaman alıyor bu işler. Açıkcası hem aylık periyotta üretimin güçlükleri, hem dağıtım sorunları yüzünden dergiyi durdurmak zorunda kaldık.
Deli Gücük'ün derginin tamamından daha çok okunduğu ve sevildiğine nasıl karar verdiniz? Ona dergi çıkarmanıza sebep ne oldu? Editoryal öngörü, okur görüşleri...?
Deli Gücük’ün daha çok sevilip sevilmediğini bilmiyorum. Her serinin seveni vardı açıkcası böyle bir düşünceyle çıkarmadık Deli Gücük: Osmanlı Taşrasından Dehşet ve Korku Hikâyelerini. Cinhan serisi de olabilirdi, Meşhur Hafiyeler de, bir diğeri de... O zaman öyle bir karar aldık Levent Cantek’le. Daha çok o istiyordu Deli Gücük’ü. Ben de Coşkun Kuzgun’un çizgisini çok seviyorum. Onunla başlayalım dedik. Aylık dergiden çok yılda birkaç kitap yayımlamak açıkcası çok daha cazip çalışma koşulları yarattı bizim için.
Tamamı için
link
Etiketler: Deli Gücük
Perşembe, Haziran 10, 2010
Aziz Tuna: “Can Almak Kolay mı?”
(...) Deli Gücük senaryoları oluştururken ilk hareket noktanız ne oluyor? Neyi kattığınız andan itibaren o öykü sizin için olmuş sayılıyor?Böyle bir formül yok aslına bakarsan, üstelik bu hikâyeler farklı zamanlarda üretildi. Ben asıl olarak hikâyenin insani bir bağlam içinde anlatılmasından yanayım. Kötülüğü ve kibri anlatırken bile bir yakınlık hissi verebilmek isterim. Şeytansı kötülere ve meleklere inanmam. Ama hayatın gaddarlığıyla hesaplaşmak da istiyorum. Dünya kadar alçak var, fırıl fırıl dolanıyorlar onu bunu suçlayarak, kışkırtarak…Deli Gücük’ün sessizliği biraz da ondan.
Bugüne dek anlatılmamış en büyük Deli Gücük öyküsü ne hakkındadır sizce?
Bilmiyorum ama ilgi çekici olan sanıyorum geçmişi hakkında olandır. Henüz çizilmemiş senaryolar var. Üzerinde çalıştığım uzun hikayeler var ama şartlar gereği hep kısa ve daha çabuk verim alacağımız işlere yoğunlaşıyoruz.
Karakterin yaratıcısı olarak siz nasıl tanımlarsınız Deli Gücük'ü? Aziz Tuna'nın Deli Gücük'ünün ayırıcı, karakteristik özelliği nedir?
Benim için Deli Gücük vicdan azabı çeken bir adam. Pek çok hikayesi oldu, bazen dahil olduğu ve bazen yanından geçtiği hikayeler yaşadı ama sanıyorum benim için o kefaret ödeyen biri. Kahrolası dünya derken ağlayabilecek biri gibi geliyor bana…Öfkeli, huzursuz, yalnız, marjinal vs ama asıl olarak vicdan sahibi bir adam.
link
Etiketler: Deli Gücük
Çarşamba, Haziran 09, 2010
Salı, Haziran 08, 2010
Warren Ellis - Mek
Siberpunk akımının sözcüsü Bruce Sterling, 80’ler sonrası bilim kurgu edebiyatına damgasını vurmuş olan bu hareketin başlıca isimerinin hikayelerini bir araya getirdiği Mirrorshades: The Cyberpunk Anthology’nin önsözünde, siberpunk edebiyatının temalarını ikiye ayırmıştır: “vücut ihlali: protez uzuvlar, implant devreler, kozmetik cerrahi ve genetik değişim” ve “zihin ihlali: beyin-bilgisayar arayüzleri, yapay zeka, nöro-kimya – insanlığın doğasını, benliğin doğasını radikal bir şekilde yeniden tanımlayan teknikler”. Warren Ellis’in kaleminden çıkan Mek, bahsi geçen temalardan ilkinin altında yer alan bir çizgi roman. Arka planında Sky Road adlı bir bölgeden tüm dünyaya yayılmış ve çizgi romanla aynı adı taşıyan Mek alt kültürü var: açılımı “Massive Enhancement Culture”. Hikâyenin geçtiği zamandan 5-6 yıl öncesinde, halihazırda mevcut olan tıbbi ve askeri amaçlı protezlerin gündelik kullanım alanları bulmasıyla, teknoloji fetişiyle karışık bir moda, bir alt kültür ortaya çıkmıştır. Bu hareketin başındaki kişilerden olan Sarissa Leon – ki hikâyenin başkarakteridir aynı zamanda – daha sonra Washington’a taşınıp Fiziksel Özgürlükle ilgili lobi çalışmalarına başlamış ve çeşitli kitaplar yazmıştır. Sky Road’da yaşadığı zamanlardaki sevgilisi RJ Coin’in öldürüldüğünü öğrenince cinayeti araştırmak üzere mekânına, “siborg evlatlarına” geri döner.
Steve Rolston ve Al Gordon’un temiz, gereksiz taramalardan kaçınan çizgileri kitabın içindeki, bilhassa son karedeki şiddetle bir tezat oluşturuyor. Warren Ellis, hemen hemen hiç anlatı balonu içermeyen, sadece diyaloglar üzerinden ilerleyen hikâyede, yarattığı arkaplanın jargonundan teknik ayrıntılara kadar incelikli bir çalışma sergiliyor. Ayrıca türün temelinde yatan temel söylemlere de atıfta bulunmaktan kaçınmıyor: yan karakterlerden biri şöyle diyor: “Ben senin zamanından once söylenmiş iki cümleyi hatırlayan (…) bir adamım: ‘Sokak her şey için kendi kullanım yollarını bulacaktır’ ve ‘Bilgi özgür/bedava olmak ister’” Sonuç olarak ortaya çıkan şey, fazla uzatılmadan tadında bırakılmış, siberpunk bir arkaplanda geçen (ve türün felsefesiyle de az da olsa uğraşan) bir dedektiflik hikâyesi olmuş. (Can Y.)
Pazartesi, Haziran 07, 2010
Pazar, Haziran 06, 2010
Cumartesi, Haziran 05, 2010
Sıralama

Dan R.James'in Mosquito'sunda birbirini izleyen karelerde-sayfalarda bir erkek çocuğunun okuduğu kitapların değişimi anlatılmış. Seuss ile başlıyor, anne kucağında. İlkokul çağında Tenten ve Roald Dahl geliyor. Ergenlikte okunanları yukarıdaki karede görüyorsunuz. Yirmili yaşlarda koyverilen sakal ve bıyıkla gelen yazar ise Borges. Lovecraft'tan sonra Borges sıralamasını düşündüm. Herkesin bir sıralaması var ama Türkiye'de Lovecraft'la büyüyen yok pek mesela.
Etiketler: edebiyat ve çizgi roman
Cuma, Haziran 04, 2010
Benim Yazdığım Deli Gücük Biraz Daha Haşin ve Öcü
(...) İlk öyküm için masaya oturduğumda, Aziz Tuna gibi iyi bir eşkıya öyküsü yazamayacağımı biliyordum. Bu yüzden Deli Gücük’e başka bir açıdan yaklaşmaya karar verdim ve onu daha yabancı, tuhaf bir kuvvet, bir nevi doğal veya doğaüstü felaket olarak betimlemek istedim. Bir başka hedefim de, Deli Gücük’ün “kötülere” olabilecek en şiddetli biçimde darbe indirmesi idi. O yüzden, yani ceza suça uygun olsun diye, kötü adamlarımı insanlığın en yüzkarası numunelerinden seçtim. Olay örgüsü ya da karakterden çok, atmosfere önem veriyorum. Sanırım benim yazdığım Deli Gücük biraz daha haşin ve öcü. Rumeli/Anadolu/Mezopotamya folklorundaki çeşitli “iyi saatte olsunlar” mahluklarına daha yakın bir “güç”. Ama buna karşılık, Aziz Abi ya da Özgür’ün versiyonlarına göre de daha sınırlı ve tutuk bir tasvir benimkisi. Yazdığım tüm Deli Gücük öykülerinde Deli Gücük’ün söylediği cümlelerin toplamı yarım düzineyi geçmez. Kargaları, ondan daha çok konuşmuştur muhtemelen (...)Deli Gücük senaristlerinden Murat Başekim ile yapılan röportajın tamamı için
link
Etiketler: Deli Gücük
























