Cumartesi, Ocak 31, 2009
Red Kit vs...

Red Kit'in asıl önemli özelliği sivilliğidir. Öteki çizgi roman kahramanlarına benzemez. Örneğin, Tom Miks bir rangerdir. Kulver kalesi komutanı Albay Brown'la emir-komuta ilişkisi içindedir. Aldığı emirleri harfiyen yerine getirir, asayişi temin eder. Devlete ve orduya sadıktır. Teksas, nam-ı diğer Çelik Blek ise, bir ulusal kurtuluş mücadelesi neferi, bir gizli örgüt üyesidir. Sömürgecilerle bağımsızlık için savaşır.Red Kit'in bu tür angajmanları yoktur. Yalnız bir kovboydur. Tek başınadır. Her maceradan sonra çekip gider. Kâh Vahşi Batı'da bir kente, kâh bir sahil kasabasına... Yalnız bir kovboydur ama, Tom Miks ve Çelik Blek'in aklına hayaline sığmayacak kişilerle, yerlerle ilişkisi vardır. İtibarı çok yüksektir. ABD Başkanı başı sıkıştığında, yardıma ya da akla ihtiyaç duyduğunda Red Kit'e telgraf çeker. Aralarında teklif yoktur. Red Kit de aklına estiği zaman rahatlıkla Başkan'ı arayabilir. Başkan'a ve senatörlere saygıda kusur etmez ama, şerifleri, rangerleri, mavi ceketlileri pek takmaz. Kanun adamlarını küçümser biraz. Ne de olsa, onlar bir sürü kurala tabiidir. Red Kit kuraldan, kanundan hoşlanmaz. Kendi yöntemleriyle kitabına uydurur, işi bitiri (...) [Seksenli yıllarda Nokta dergisinde yayınlanan bir Red Kit yorumundan alıntı]
Cuma, Ocak 30, 2009
Beş Saat

Genellikle çizmeye beş saatten fazla zaman ayırmam. Benim ortalama kapasitem bu. Bir renkli sayfayı onbeş saatte yani yaklaşik üç günde tamamlıyorum. Bu aralar çizgi roman öyküsü ya da film senaryosu yazarken bazen bir iki cümle için 2-3 saat verdiğim oluyor. Yazı yazarken değişik süreler söz konusu, ama çizerken bu beş saat neredeyse değişmez bir kural benim için.
Etiketler: Enki Bilal
Perşembe, Ocak 29, 2009
750 milyon Dolarlık Örümcek Davası

Etiketler: Stan Lee
Tenten, Spielberg ve Jackson

Variety dergisinin haberine göre, yönetmenliğini Steven Spielberg’in yapacağı filmde Tenten rolünü 22 yaşındaki Jamie Bell’in oynamasına karar verildi.Haberde, Tenten maceralarındaki Kızıl Korsan’ı da filmde son James Bond filminde başrol oynayan Daniel Craig’in oynayacağı bildirildi. Habere göre Spielberg ve Yüzüklerin Efendisi’nin Yeni Zelandalı yönetmeni Peter Jackson, Tenten serilerinin beyaz perdeye aktarılması için anlaşmaya vardılar. Bu serilerin, gerçek aktörlerin oynadığı animasyonlar biçiminde çekileceği belirtiliyor. Serinin sinemaya uyarlanacak ilk albümü “Tekboynuz’un Sırrı”nın (Le secret de la Licorne) çekimlerinin dün başladığı kaydedildi. Haberde, ikinci filmin Jackson tarafından çekileceği ve serinin üçleme olacağı kaydedildi.
Spielberg, Tenten’i beyaz perdeye taşıyacağını 2 yıl önce açıklamıştı.
Çarşamba, Ocak 28, 2009
Salı, Ocak 27, 2009
İşte Deli Gücük :)

Etiketler: Deli Gücük
Yar Bana Bir Alternatif...

Marvel'in Conan'ı tutunca... DC, bir Conan alternatifi yayınlamaya karar veriyor. Üstelik, çizer olarak Ernie Chan'ı seçiyor... (Fatih Okta'ya teşekkürler)
Ayrıca bkz
Pazartesi, Ocak 26, 2009
Huys

Huys (Umut), Hrant Dink’in öldürülmesinden iki yıl sonra, bu acı olayı hatırlatmaktan öte, esas olarak sürece dair kendince bir yorum içeriyor. “Unutmak Kaybetmektir” sözü belki de en iyi kazanmak/kaybetmek üzerinden tanımlanan bilgisayar oyunu formunda eleştirel bir ifade bulabilir. Huys oyununun tek kuralı da bu zaten; hatırlatmaya çalışmak. Fakat hatırlamak tek başına yeterli olmayabilir. Hatırlatmak için ve hatırlattıkça da birlikte hareket etmek, çözümler üretmek için mücadele vermek, sokağa çıkmak gerekiyor. Bunu Hrant Dink’in ölümünün ardıdan sokağa çıkan yüz binler de göstermişti.
Huys, oyun tasarımcısı ve araştırmacısı Gonzalo Frasca’nın haber oyunları (newsgames) olarak adlandırdığı oyun tarzında hazırlandı. Bir olayın ardından, olayın genel hatlarını vermekten ziyade yorum getirmek, analiz etmek, tartışmak için üretilen oyunlar için kullanılıyor. Bu haliyle politik karikatürün oyun formuna aktarılması olarak değerlendirilebilir. İnternet gazetelerinde ve diğer online haber kaynaklarında bu tür oyunlar küçük boyutlarıyla rahatlıkla kullanıcılara sunulabiliyor. Gonzalo Frasca, kendi oyunları September 12th ve Madrid’de, 11 Eylül saldırıları ardından ABD’nin başlattığı “teröre karşı savaş” ve Madrid’de gerçekleşen bombalı saldırıyla ilgili yorumunu sunmuştu.
Huys; Ermenice, Türkçe ve İngilizce dillerinde oynanabiliyor. Oyunda Hrant Dink öldürüldükten sonra dava süreci ve diğer ilişkili olaylar kısa metinlerle aktarılıyor. Oyun arayüzünde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz.” Pankartı arkasındaki insanları görüyoruz. Zaman geçtikçe insanlar unutuyor ve silikleşiyor. Oyuncu olarak insanların ellerindeki dövizlere tıklayarak onların kaybolmasını engellemeye çalışıyoruz.
Oyun tasarım: Kerem Yavuz Demirbaş
Çizimler: Kemal Gökhan Gürses
Müzik: Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu
Orijinal şablon: Madrid (Gonzalo Frasca)
Format: Flash Oyun
Okyanus’ta Beyaz Bir Nokta: Pessoa, Tabucchi Ve Prado...(ya da Sadece Raul)

Miguelanxo Prado, 1958 doğumlu bir İspanyol. Önce müzikle uğraşmış, sonra seksenli yılların başından itibaren çizgi romana-çizerliğe yoğunlaşmış. Avrupa’da ona ün kazandıran çalışması Türkçe’de Okyanus’ta Beyaz Bir Nokta adıyla yayınlanan Trazo de Tiza (1992, Fransızca’da Trait De Craie, İngilizce’de Streak Of Chalk adıyla çıktı). Gerçekten çok iyi çizilmiş, çok iyi renklendirilmiş çalışmada rüya ile gerçeği, geçmişle bugünü ayırt edemeyen bir adamın adada geçen hikâyesi anlatılıyordu. Bu çalışma farklı dillerde yayınlandıkça Prado popülerlik kazandı. Aynı albümle Angoulême’de 1994 yılında ödül kazandı. Amerika’da çoğu Avrupalı sanatçı için vitrin olan Heavy Metal’de işleri yayınlanmaya başladı. Neil Gaiman’ın Sandman serisinden çıkan Endless Nights albümündeki rüya bölümünü çizmesi de muhtemelen Trazo de Tiza albümündeki olağanüstü başarısından kaynaklanıyor. Bugün Prado’nun Amerika’da çeşitli albümleri yayınlanıyor, bir dönem Man İn Black animasyon versiyonu için çalışmıştı.
Prado kahramanları içe dönük, sürekli kendiyle uğraşan kırık-looser erkeklerdir. Okyanus’ta Beyaz Bir Nokta’da da raul adlı benzer niteliklere sahip bir erkekle karşılaşırız. Teknesiyle küçük bir adaya gelen raul burada bir başkasını bekleyen bir kadınla karşılaşır. Ada o kadar küçüktür ki çalışmayan bir fener ve han olarak işletilen evde yaşayan bir ana-oğuldan başka kimse yoktur. Raul, kadına duyduğu ilgiyle bu “zamanın dışında kalmış” adada kalmaya başlar. Okyanus’ta Beyaz Bir Nokta, hikâyede adı geçen edebiyatçılar içerisinde en çok Tabucchi anlatılarına benziyor. Prado da yazdığı son sözünü Tabucchi’ye şükranlarını sunarak bitiriyor. Tabucchi deyince ister istemez onun en iyi bildiği (çevirilerini yaptığı) ruh kardeşi portekizli yazar Fernando Pessoa’yu anmak gerekiyor. Söylenildiğine göre yazarın Pessoa soyadı Portekizce’de kişi, Fransızca’da “hiç kimse” anlamına geliyor. Pessoa’nın çok bilinen bir şiirini aktaracağım: “gördüğü o rüyanın, içinde mi, belli değil. Ve yolunu sabırla bekleyen gölgenin, / sürdüğü hayat (mı) olduğu.” Bu iki göndermenin bile Okyanus’ta Beyaz Bir Nokta’yı anlattığını düşünüyorum. Pessoa, farklı isimlerle sayısız yazı, şiir, anlatı yazmış ve her defasında büründüğü kişiliğe uygun olarak üslubunu değiştirmiş bir yazar. Prado’yu etkileyen Tabucchi, romanlarında zaman mefhumunu kurcalamayı, birinin yerine geçen (kim olduğunu unutan) kahramanları, neyin gerçek olduğunu konuşmayı seven bir yazar. Okyanus’ta Beyaz Bir Nokta’nın kırık-looser kahramanı da dalgakıranın duvarında gördüğü bir imzanın, aşk dolu sözlerine kapılıp Raul olmuş olabilir. Hikâyenin sonunda aynı yazıyı Raul’un yazdığını görürüz. Zaman kavramını muğlâklaştıran bir zamansal (başa dönen-sona ulaşan) daire çizer Prado. Neyin gerçek, neyin Raul’un rüyası olduğunu düşünmemizi ister. Pessoa’nın şiirinde olduğu gibi Raul “öyküyüm ben, öyküler anlatan, onun dışında hiç” demektedir sanki.
Okyanus'ta Beyaz Bir Nokta yayınlandığı 1997 yılının sürpriziydi. milliyet Yayınlarından çıktı, kaliteli basıldı, uygun fiyata satıldı. Tek eleştirilecek yanı İspanyolca aslından yapılan çevirisi olabilir. Şairliğinden olabilir, Adnan Özer, kimi yerlerde cümleleri zorlamış, "hainliğine" şairanelik katmış...
Etiketler: 101 Yorum
Pazar, Ocak 25, 2009
Duyarlı Bir Adamın Maceraları

Çocukluğumda "çok güzel" diyerek isim isim sıraladığım, sevdiğim çizgi romanlardan biriydi Thorgal. Odamda hâlâ bir posteri asılıdır. Bu ay yeniden çıkmaya başladı Türkçede. Umarım başarılı olur ve tüm albümlerini okuyabiliriz. Bir kaç not düşeyim istedim. Thorgal, Vikinglerin arasına düşen bir başka dünyalı aslında. Vikingler arasında yaşamakla birlikte “yabancı” olduğunu biliyor, ona bunu hissettiren sayısız olayla karşılaşıyor. Yalnızlığı öğreniyor, dışlandığı için etrafındaki gelişmelere karşı duyarlı “büyüyor”. Karısı ve oğluyla birlikte ıssız bir adaya yerleşmek istemesi, kaçma arzusundan kaynaklanıyor. Mutlu olabilmek için insanlardan uzaklaşması gerektiğine inanıyor, elbette her defasında yeni sorunlarla karşılaşıyor. Geçmişi, iyilik ve kötülükle ilgili hesaplaşmaları, sorumlulukları, yanılgıları ve sürekli karşısına çıkan kimliği hikayelerin asal eksenini oluşturuyor. Serüven edebiyatının erkek kahramanları pek evlenmezler, hele çoluk çocuğa hiç denecek kadar az karışırlar. Kahramanı yeniliğe, bilinmezliğe iten bağımsızlığıdır, onu duraksatacak hiç kimse yoktur gerisinde. Thorgal’ı belki de sahici kılan evlenmesi, biri erkek iki çocuk sahibi olması... Thorgal bana hep “insan” gelmiştir, bazen hikayelerini yavaşlatan bir insaniliktir bu. Pişmanlık duyan, korkan, endişelenen biridir. Anlatının kendisinin öne çıktığı, Thorgal’ın serüvenin küçük bir parçası olduğu albümler okuruz. Pek çok serüvende “sevdiğini yitirme” korkusu işlendiği için melodram hep kendini hissettirir. Tarih, bilim kurgu ve melodram sentezi, türlere özgü kalıplar kadar “evet Thorgal ağlayabilir” vehmiyle varolur. Rosinski’nin sahne tasarımlarını, kareler arası devamlılığı maharetle gözeten “auteur gözü”nü fark etmemek imkânsız zaten. Sevimli bir çizgisi var her şeyden önce. Renk tutkunu BD kültüründe tarama ucunu hissettiriyor. Gir tarzı “buradayım” diyen bir işçilik değil bu, rengin içine gömülen, kendini gizleyen bir nezaket sanki. Thorgal’ı incelikli bir adam olarak gösteren biraz da bu kibar çizgiler elbet. Son sözler, Thorgal’ı yeniden yayınlayan yayınevine, Çizgi Düşler’e. Çok doğru bir tercihte bulunulmuş. Yaşlı okurun çok sayfa okuma arzusunu hatırda tutmuşlar. Üç albüm bir arada sunulmuş, güzel basılmış, özenilmiş, ilgiyi hak eden bir “kitap” çıkmış.
Etiketler: 101 Yorum
Cumartesi, Ocak 24, 2009
Cuma, Ocak 23, 2009
Perşembe, Ocak 22, 2009
Edwin Drood'un Hikâyesi

Epey araştırdıktan sonra anladığım kadarıyla, The Mystery of Edwin Drood la (Edwin Drood’un Esrarı) Türk okurları olarak biz henüz resmen tanıştırılmadık. Oysa o, bütün Dickens kitapları gibi, neredeyse yüz kırk yıldır içinde barındırdığı öyküyü aşarak başlı başına bir kahraman, bir öykü halinde yaşıyor, merak uyandırıyor, tartışılıyor. Bu topraklarda iletişimin bunca arttığı, kitapların bunca çoğaldığı bir çağda hâlâ birtakım kitaplardan ve bunların etrafında örülen tartışmalardan mahrum kalmamız, en hafifinden biz okurlara karşı bir haksızlık olarak değerlendirilebilir. Edwin Drood, Dickens’ın ellinci ve son romanı. Yazarı ne yazık ki vakitsiz ölünce kitap tamamlanamadı. Dickens’ın dünyaya ve edebiyata yarım kalan bir kitapla veda etmesinin burukluğu bir yana, dünyadaki binlerce Dickens okuru o günden sonra yeni bir meşgaleye kavuşmuş oldu: Edwin Drood’un sonunu tahmin etmeye çabalamak. Aslında, ilk bakışta sonu kolay tahmin edilebilir türden bir polisiyeye benziyordu The Mystery of Edwin Drood. Özetleyecek olursak, Edwin Drood adlı bir genç, bir Noel kutlamasının ardından sırra kadem basar. Bir cinayete kurban gitmişe benzemektedir ya da... benzememektedir. Romandaki karakterler arasında bu işte parmağı olabilecek birkaç şüpheli vardır: Amcası ve vasisi John Jasper; afyon kullanan, yeğeninin sözlüsü Rosa’ya gizli bir aşk besleyen, kötü yürekli biridir. Gene Rosa’ya âşık olan Neville Landnass da öne çıkan katil adayları arasındadır. Üstelik Drood’la epey kavga etmiştir, ikisi o Noel gecesi de barışmak üzere bir araya gelmişlerdir. Kısacası, o zamanların usulüne uygun olarak bir gazetede tefrika edilen bu romanın sonu kolay tahmin edilecek gibiydi. Ne var ki Dickens, ölmeden önce en iyi arkadaşı olan, aynı zamanda onun hayat hikâyesini de kaleme alan John Forster’a, bu roman hakkında topu topu iki satır bir şey yazdı: “Edwin Drood için müthiş bir son düşündüm.” Ve işte bu sözler yüzünden, o gün bugündür kimse kitabın göründüğü şekilde biteceğine inanmak istemiyor. Yüzlerce okur ve yazar kitaba çeşit çeşit sonlar yakıştırdı, bunları kitaplaştırdı, yazılanlar toplam yedi yüz bin sayfaya ulaştı, 1935’te Stuart Walker konuyu sinemaya da uyarladı.
Bu kitap-sonrası öykünün en ilgi çekici epizodlarından birinde ise işe Dickens’ın kendisi de karışmıştı. Daha doğrusu ruhu. Yazarın ölümünden iki yıl sonra, 1872’de Amerikalı genç bir matbaa işçisi, bir sabah yazarın ruhunun ona romanı bitirmesini emrettiğini açıkladı etrafındakilere. Tabii herkes buna şaşırdı, alay edenler, sinirlenenler oldu, ama sonra olup bitenler, edebiyat tarihinin eğlenceli dosyalar dolabında yerini aldı. Bu genç işçinin adı Thomas P. James’ti. Kendisi on üç yaşında okulu bırakıp bir matbaaya çırak olarak girmişti. Dickens, o zamanlar halkın kitaplarını Amerika’da, limanlarda beklediği, çok ünlü bir yazardı. Son yıllarını, değişik ülkelerde eserlerini okuyarak geçirmişti. Bu “okuma”lar gittikçe zengin birer gösteriye dönüşmüş, o ise “göçebe” bir aktörün yaşamındaki tüm zorluklardan nasibini fazlasıyla almıştı. Müzmin yorgunluk onun ölümünü hazırlayan nedenlerin belki de en önemlisi oldu. Öte yandan, Dickens karakterlerini canlandıran gezgin meddahlar türemişti. Thomas James de David Copperfield’ın çocuklar için kısaltılmış bir nüshasını okumuştu elbet, ama doğrusu göründüğü kadarıyla edebiyatla çok içli dışlı değildi. Dickens’ın ruhunun kendisine musallat olmasından sonra, her gece belli bir saatte masasının başına oturup kalem oynatmaya başladı. Üstelik ona ait olmayan, düzgün bir yazıyla, Dickens’ın üslubundan ayırt edilemeyecek bir üslupla yazıyordu. Söylediğine göre Dickens başını ellerinin arasına alıp yanı başında oturuyor, gitme vakti geldiğinde de buz gibi elini delikanlının omzuna koyarak onu transtan çıkarıyordu. Sonuç olarak roman 1873 Martı’nda tamamlandı. Thomas’ın yanında çalıştığı matbaa sahibi, ona bir yayınevi buldu ve kitap, Edwin Drood’un Esrarı’nın Sonu - Öbür Dünyadan Thomas P. James’e Dikte Ettiren: Charles Dickens adıyla yayınlandı. Tabii alaylar ikiye katlandı, ne var ki en acımasız eleştirmenler bile, sonunda son yazılan bölümlerin ilk yazılanlardan hiçbir farkı olmadığını kabul etmek zorunda kaldılar. Yayınevinin sahibi bu büyük başarı karşısında, James’ten ikinci bir roman yazmasını istediyse de, o büyük bir kararlılıkla kitabın kendisine ait olmadığını, sadece ve sadece Dickens’a aracılık yaptığını tekrarladı. Bu olayı uzun süre kimse açıklayamadı. Yirmi yıl kadar sonra Jonathan Craig, Barry Sheldon ve Jefferson Mc Cullogh adında üç Burlington öğrencisi, bu işi Thomas’la ve onun ev sahibi Mrs. Blanck’la birlikte tezgâhladıklarını ileri sürdüler. Dickens’ın bütün kitaplarını okuduklarını ve üslubunu taklit ederek her gece yeni bölümleri Thomas’a verilmek üzere Mrs. Blanck’a bıraktıklarını iddia ettiler. Tam herkesin içi rahatlamışken, 1910 yılında konunun üzerine giden bir gazeteci bu üç delikanlının olayın meydana geldiği kasabaya adımlarını bile atmamış olduklarını ortaya çıkardı. Daha sonra Thomas’ın çift kişilikli olduğu da söylendi, ancak tabii bu da yüreklerdeki kuşkuları silmeye yetmedi, iş bu kadarla kalmadı. Olay yuvarlandıkça büyüyen bir kartopuna döndü. Edwin Drood’un Esrarı hakkındaki kitapları Edwin Drood’un Sonu hakkındaki kitaplar, akademik incelemeler izledi. Ruh çağırma da “gerçekleri ortaya çıkarmak için”, Droodist’lerin en sık başvurduğu yöntemlerden biri olma özelliğini hep korudu.
Çok kısa süre önce, Fransa’da Gallimard tarafından yayınlanan Monsieur Dick ou le Dixieme Livre, adlı kitapta da gene bu öykü işleniyor. Aslen bir kitapçı olan yazar Jean-Pierre Ohl, bu olayın izini sürmeye kendini adamış iki karakter yaratmış ve gözlerini hırs bürümüş bu iki Edwin Drood dedektifinin ucu cinayete varan savaşını romanlaştırmış. Bitmemiş bir roman-hakkında yazılan romanlar-onları araştıran gözü dönmüş Dickens tutkunları-ve onlar hakkında böyle bir roman. Fransızlar bunları okuma şansına sahipler. Amerikalılar gerekirse ruh çağırıp romanı tamamlıyorlar. Ve başlıca işlevi hayatın nadir keyiflerinden birini insanoğluna yaşatmak olan edebiyatın en patırtılı öykülerinden birinin “kahramanı” Edwin Drood’un Esrarı’nı, yarın sabah ilk iş kitapçıdan alıp Türkçe okuma şansımız ne yazık ki yok.
[Bu ilginç ve güzel yazıyı bize ulaştıran Hasan Fehmi Nemli'ye teşekkürler...]
Rh+
link
Çarşamba, Ocak 21, 2009
Beşir’le Vals (Waltz With Bashir)


Etiketler: 101 Yorum
Salı, Ocak 20, 2009
Güzel Bir Hikaye
Başlık boşuna değil. Dylan Dog, Dev Albüm 8in son hikayesi Öteki’den söz ediyorum. Hepi topu 16 sayfa. Bonelli, klasiklerin dışında serüvenlerin uzunluğu konusunda oldukça biçimci. Serüvenler ya o sayıda başlayıp bitiyorlar ya da bir sonraki sayının sonunda. Öteki, kısalığına rağmen yayınlanabilmiş istisnai hikayelerden. “Snap effect”ler başarıyla kullanılmış. Önce pek de normal olmadığı anlaşılan bir anlatıcının oldukça edebi bir dille anlattıklarını okuyoruz, Dylan Dog’un evindeyiz. Banyoda, aynada Dylan’la karşılaşıyoruz, bir tuhaflık var! Dylan Dog dünyasında seyrederken anlatıcımızın müşteri olarak gelen kadınları öldürdüğüne şahit oluyoruz. Yine banyoda bu kez karşımıza bir başka Dylan çıkıyor. Meğer bir Dylan fanatiği melankolik jönümüzün yerine geçmiş. Deli olması yetmiyormuş gibi bir de seri katil çıkması gerekiyor ya!! Finalde epeyce güzel kadını öldürdüğünü öğreniyoruz. Hikayenin tadı ironisinde değil dilinde, anlatım kutusu ile resmedilenin uyumunda. Sahiden akıyor…
Etiketler: 101 Yorum
Pazartesi, Ocak 19, 2009
Red Kit vs Bush

Red Kit’in son yayınlanan albümü Washington’un Adamı Amerikan seçimlerini anlatıyor. Doğal olarak Amerikan toplumunun –özellikle uzak batının demokrasi anlayışı ve seçmen tercihlerinin hicvedildiği bir hikayeyle karşılaşıyoruz. Red Kit, Hayes adlı Demokratların başkan adayının koruma ve kılavuzluğuna atanıyor. Bush ile özdeşleştirilerek anlatılan Cumhuriyetçi aday Perry Camby, her türlü kirli işin ve kanunsuzluğun içinde olduğu gibi rakibini de öldürtmek istiyor. Amacına ulaşmak için önüne gelen herkesi parasıyla satın alıyor. Aslına bakılırsa güçlü bir Red Kit albümü değil. Red Kit de siyasetçiler genellikle kirli adamlar olarak anlatılırlar. Bush karikatürü olan Camby bu klişenin çok dışında değil. Farklı bir Bush eleştirisi yapılamamış o yüzden. Yine Red Kit dünyasında yolculuk ekibinden birinin hain olması sık kullanılır, burada da Hayes’i öldürmeye çalışan bir kiralık katil var. Red Kit serüvenlerinde eğlenceli bir “Vodvil” havası vardır, bilirsiniz, şarkılar, kavgalar, yolculuklar, aksiyonlar... Finalde herkes sahnede toplanır. Son kare Red Kit’e ayrılmıştır, öncesinde gelişmelerden kaynaklanan sosyal soru(n)ların nasıl sonuçlandığı açıklanır vs… Washington’un Adamı’nda bunların hepsi var, yok değil. Velakin iddiası ölçüsünde esprili değil.
Etiketler: 101 Yorum
Pazar, Ocak 18, 2009
Lady Ella, Lady Day ve Blacksad

Etiketler: çizgi roman ve müzik
Cumartesi, Ocak 17, 2009
American Splendor
American Splendor, The Life and Times of Harvey Pekar albümü senaryolarını Pekar’ın yazdığı kısa hikâyelerden oluşan derleme bir albüm. Filme uyarlandıktan sonra daha kapsamlı albümleri de çıktı, elimdeki albüm eski bir tarihe 1986 yılına ait. Aynı adlı albüm ilk kez 1976 yılında çıkmış, her yıl yinelenen baskılar, yeni hikâyelerle genişletilmiş. Albümde 1985 tarihli bir Crumb önsözü var, özgün kaligrafisiyle kullanılmış. İlk hikâyelerde Crumb ve Pekar’ın birbirleri hakkındaki yorumlarını da okuyoruz.

Etiketler: 101 Yorum
Çarşamba, Ocak 14, 2009
Scott McCloud
Etiketler: cizgi romani anlamak, cizgi romanin gelecegi, scott mccloud
Aynalar Dağının Yaşlıları…

Büyülü Rüzgâr, Aynalar Dağı (No:73) yakın zamanlarda okuduğum en iyi çizgi romanlardan biri. Manfredi, bilindiği gibi bir ana hikâyeyi, asıl olarak baba-oğul arasında gelişen bir savaşı anlatıyor. Diziyi takip etmekle birlikte bir kaçını birlikte okuyorum, bu da yılda birkaç kez okuduğum anlamına geliyor. Ana hikâyenin dışında anlatılan, hani şöyle geçerken yaşanan serüvenleri çok da parlak bulmuyorum. Her şeyden önce Manfredi, hikâyesini daha fazla sayfa ile anlatmak istiyor; karakterler, çeşitli derinlikler, farklı ruh halleri sayfa sınırlaması nedeniyle çok zaman kesik kalıyor. Final birdenbire hızlanıyor ve bu hız, finalde beklenen türe özgü bir sürat değil. Toparlama adına hızla geçiliyor, öyle ki bazen birkaç konuşma balonuyla ne olduğu anlatıldığı oluyor. Öyle olduğunda hep geriye dönüp gereksiz kareleri arıyorum, hani finalde elini ferah tutmak için hangi kareyi atabilirdi diye düşünüyorum. Karşıma hep pitoresk sahneler çıkıyor, bana, feda edilmeleri gerekirdi gibi geliyor. Aynalar Dağı, sözünü ettiğim ara hikâyelerden biri, temelde yaşlılıkla ilgili. Hoş, derginin önsözleri Şamanlıkla ilgili açıklamalara dayandırılıyor. Orijinalleri görmediğim için bu yoğunlaşmayı anlayamıyorum ama her ne olursa olsun, Bonelli de bu tercihi yapıyorsa bile, gerçekten abes. Kızılderili mitolojisine yapılan göndermeler gerçeklik vehmini artırmak için kullanılıyor sadece. Bir başka deyişle dizinin ne gerçekçilik iddiası var ne de belge(sel)cilik yapıyor. Hemen tüm hikâyeleri bu gözle okumak gerekiyor, pek çok mitolojik göndermenin Manfredi’nin tahayyülüne dayandığı aşikâr. Aynalar Dağı hikâyesi de bu türden göndermeler içeriyor ama benim için onu farklı kılan “başrolün” yaşlılara verilmesi. Serüven edebiyatı, gençlik, zindelik, güç ve güzellikle ilgilidir. Yaşlılar, genellikle “ermiş” nitelikleriyle görünürler, başka bir dünyadan konuşabilirler, kılavuzluk eder, olgunluk içeren sözleriyle yön gösterirler. Aynalar Dağı, kabileleri ve çocukları tarafından terk edilen bir grup yaşlı yerlinin varolduklarını ispatlamak için kalkıştıkları yolculuğu anlatıyor. Yolda Büyülü Rüzgâr ile karşılaşıyorlar, yine sonra kibirli ve arsız bir başka “genç” Kızılderiliyle yolları kesişiyor. Yaşlıların kendi aralarındaki çekişmeleri, geçmişlerini hatırlayışlarıyla aktarılan kısa hikâyeler gerçekten başarılı anlatılmış. Misk Faresi meseli, ilgi çekici olduğu kadar hikâyenin ana temasını da oluşturuyor. Ayrıca iyi çizilmiş, ligne clair havasında bir berraklık var. Kapak, tipik pulp estetiğiyle yapılmış, içerideki hikâyeyse pek çok açıdan ne pulp ne de mainstream. Aynalar Dağı, yaşlıları ve "yavaşlığı" için bile okunabilir.
Etiketler: 101 Yorum
Salı, Ocak 13, 2009
Şeytan Tırnağı

Resimler Ozan Küçükusta
Deli Gücük, Osmanlı Taşrasından Dehşet Hikâyeleri albümünden...
link
Etiketler: Deli Gücük
Pazartesi, Ocak 12, 2009
Konuşalım, açılalım…

Etiketler: 101 Yorum
Pazar, Ocak 11, 2009
İşte Teks’in Pataklayacağı Yardakçı

Tex Özel Albüm 18’i Roberto De Angelis çizmiş. Hikâye pek özgün sayılmaz. Darwin’le didişen ve popüler gazetecilik eğilimleriyle gelişen anti-entelektüelist 19.yüzyıl tefrikalarının mantığı izlenmiş. Çok sonraları bunlar, ilk bilim kurgu örnekleri sayıldı. Gece Karanlığında Gölgeler (Siluetler mi yoksa?), Mr Hyde ile Frankenstein’ı anımsatan, yaratıkları olan, deneylerini kendi üzerinde de uygulayan çılgın (elbette finalde pişman) bir bilim adamının çevresinde gelişiyor. De Angelis, bu vasat hikâyeyi kurtaramıyor. Öyle ki maymun adamların gözüktüğü sahnelerin hiç birisini iyi çizememiş. Gerilim, bu sahnelerde yükselmesi gerekirken, sönümleniyor. Nizzi, meşhur Teks entrikasını da kuramamış, kötü adamlar hızla ve kolayca çözülüyorlar, değil kumpas kurmak, herhangi bir zeka pırıltısı dahi gösteremiyorlar. Gece Karanlığında Gölgeler, hiçbir iz bırakmadan unutulacak, bu çok açık. Yine de “konuşulabilecek” bir yönü var, geçerken tartışılıyor çünkü. Teks, mutad olduğu üzre kötüleri kendi deyişiyle “okşayarak” konuşturduğu için hemen her hikâyede karşımıza bu yöntemden hoşlanmayan medeni/şehirli bir adam çıkar. Genelde bıkkınlıkla bazen de anlaşılmayı umarak Teks, kötü adamları tanıdığını, burnunun iyi koku aldığını, onları görür görmez ayırd ettiğini söyler. Savunmak için söylememiştir bunları. Teks’in “patakladığı” kötü adamı farklı sahnelerde izlediğimiz ve yaptığı sinsice-alçakça tavırları bildiğimiz için şehirli adamın itirazlarını ukalaca bulmamız talep edilir. Kötüleri Teks kadar okur da tanır aslında. Değil eylem ve konuşmaları, fiziksel özellikleri, vücut dilleri, mimik ve jestleri kötü olduklarını resmedilecek klişelerle resmedilmektedir: “İşte” deriz “Teks’in pataklatacağı yardakçı”. Nizzi, Teks’i sağcı bulanlardan hazzetmiyor ve onun kanun koyucu gibi davranmasını normal sayarak bunun bir gelenek olduğunu söylüyor. “Teks değişmeyecek” mesajını her defasında yineliyor. Üstelik bunu siyasi bir ısrar değilmişcesine yapıyor, hani Coca-Cola’nın formülü değişmeyecek der gibi. Sanat ve hayat ilişkisini yok sayan bir ısrar bu; eskimeyi hızlandıran bir inat belki de. Teks’in masum birini suçlu sanmasıyla başlayabilecek ters yüz edici bir hikâye, Nizzi’nin endüstriyel tasarımına kim bilir neler katardı?
Etiketler: 101 Yorum
Cuma, Ocak 09, 2009
Karanlık Korkutur!

Fear(s) of the Dark, mainstream nitelikleri olmayan auteurların çalışmalarından oluşan bir animasyon. Geçtiğimiz yıl İstanbul’daki Animasyon Festivalinde gösterilmişti, bu yıl da Ankara Film Festivali programında yer alıyor. Film, korku teması etrafında gelişen kısa hikâyelerden oluşuyor. İki kısa bölüm hariç hepsi başlayıp biten çalışmalar. Blutch ve Di Sciullo’nun çalışmaları ise diğer filmlerin aralarında kullanılmış. Blutch, asıl adıyla Christian Hincker sevdiğim bir çizer. Hakeza, Lorenzo Mattotti ve Charles Burns da bildiğim ve tarzları itibarıyla izlemeye çalıştığım isimler. Film, sadece onların isimleriyle bile beni cezbediyordu. Gerçi filme çok ısındığımı söyleyemem. Her şeyden önce karamsar buldum hikâyeleri, içinde iyi insanların olmadığı anlatılara dahil olamıyorum. Hep başka türlü anlatılabilirdi hissi taşıyorum ve bu his, çoğunlukla filmin önüne geçiyor. Yine de film, siyah beyaz türünün virtüözlüğünü gösterir nitelikte, gerçekten çok iyi tasarlanmış sayısız sahne içeriyor. Filmin son öyküsü olan Richard McGuire’ın elinden çıkan çalışma, bu anlamda gerçekten çok başarılıydı ve benim için iyi bir sürpriz oldu. Karanlığın ve haliyle ışığın bu denli güzel kullanılması maharet ister, öyle ki bazen ne anlatıldığını unutuyorsunuz. Perdede bir yerden diğerine gezinen beyazı izler buluyorsunuz kendinizi. Mattotti’nin hikâyesi ise David Lynch havasında gelişiyor ama alacakaranlık hikâyelerinin muğlak niteliğine uygun biçimde sonlanıyor, severek izledim. Charles Burns nasıl bir hikâyecidir diye sorulsaydı verebileceğim cevap filmde anlattığı hikâyeyi işaret ederdi. Blutch’ın da ne yapabileceğini tahmin ediyordum ama hep merak ettiğim bir yaratıcıdır. İzleyeni rahatsız eder, içinizi burkar; İnsan tekinin acımasızlığını gözümüze sokar. Onu sarıp sarmalayacak kadar sevemezsiniz ama ne dediğini de bilmek istersiniz. Herneyse, asıl adı Peur(s) du Noir olan filmi, imkânınız olursa seyredin. Türü sevmeyebilirsiniz ama film nitelikli ve ayrıksı çizgi romancıların çalışmaları üzerine bina edilmiş. Mutlaka hatırlayacağınız sahneler içeriyor hepsinden önemlisi, buna eminim.
Etiketler: 101 Yorum
Perşembe, Ocak 08, 2009
Galya’da Geçen Kısa Hikâyeler

Remzi Kitabevi, koleksiyon değeri taşıyan ve 14 kısa hikâyeden oluşan Asteriks-Galya’da Okullar Açılıyor albümünü yayınladı. Albüm çoğunluğu Pilote’da yayınlanmış kısa hikâyelerden oluşuyor. Özel bir güne, belli bir amaca ya da siparişe dayanan hikâyeler bunlar. Her hikâyenin iyi olduğunu söylemek mümkün değil. Örneğin dizinin Amerika’da yayınlanma olasılığı belirince tanıtıcı bantlar hazırlanmış. Koleksiyon değeri dışında anlatılanların Asteriks okurları için bir yeniliği yok. Öte yandan kimi hikâyelerin Uderzo ve Goscinny’i oldukça eğlendirdiği anlaşılıyor. Belli bir rutinin dışına çıkma, ironik ve ters yüz edici bir fikri hayata geçirmenin onlara heyecan verdiğini tahmin etmek güç değil. Bugünün okuru için pek çok esprinin eskidiği kesin, üstelik fanlar kimi sahne ve diyalogların –kaybolması endişesiyle albümlere taşındığını, -ister istemez tekrar okuduklarını- kolay fark edeceklerdir. Yine de kimi hikâyeler ilgi çekici. Hiç Görmediğiniz Bir Yönüyle Asteriks Uderzo’nun yorumları nedeniyle göz alıyor. Galya Baharı, “Peyo esprisi” taşıyor ama çok sevimli. Oberiş, Mad tarzı bir hikâye, Pilote güzellemesi olduğu için ayrı bir ilgiyi hak ediyor. Hem o günkü kadronun üreticilerini görmek hem de günümüzde yaşayan Obelix’in torunu ile karşılaşmak hikâyeyi ilginçleştiriyor. Asteriks-Galya’da Okullar Açılıyor alınası bir albüm. Türkçede benzer nitelikte bir yayın olmaması albümün farklılığını daha da pekiştiriyor.
Etiketler: 101 Yorum
Çarşamba, Ocak 07, 2009
Setne ve Taş Tanrılar

Setne ve Taş Tanrılar, yerli çizgi romanın daraldığı, hele ki serüven külliyatına dair handiyse hiçbir şey üretilmediği günlerde çıktığı için önemli. Bu kadar sayfalık bir çalışmanın, daha önce benzeri bir deneyim yaşamamış, bu denli sayfa çizmemiş birinin elinden çıkması bana heyecan verici geliyor. Meydan okuyucu olduğu kesin, onca özverinin, aylar süren emeğin karşılığını madden alamayacağını bilerek çalışılmış çünkü. Elinizdeki albümün herkesin paradan söz ettiği, geçim derdiyle savrulduğu bir hayatta üretildiğini, muhtemelen çabucak unutacağız. Türlü hayal kırıklıkları, inatlaşmalar, memnuniyetsizlikler, direnmeler var sözle anlatılamayacak halbuki.
Etiketler: 101 Yorum
Salı, Ocak 06, 2009
Abdi’nin Maceraları

Etiketler: 101 Yorum
Pazartesi, Ocak 05, 2009
Pazar, Ocak 04, 2009
Boyacının Aşkı

Çocuk, Ermiş ve Deli...

Önce hemen görünenlerden bahsedelim: Golden Age dönemi serüven çizgi romanlarını andıran tiplemeleri ve mekânları vardı; öyküler mutlaka bir seyahate, aranan bir hazineye, yolda karşılaşılan türlü tehlikelere dayanıyordu. Ancak Corto’yu kendine özgü kılan, kesitler sunan anlatım dili ve çarpıcı diyaloglarıydı. Ölüme yakın duran tiplemeleri hiç beklenmedik bir anda garip-derinlikli kimi zaman edebiyatı çağrıştıran konuşmalara başlıyorlardı. Corto’nun az konuşan, bencil ve hedonist sayılabilecek görünümünü ters-yüz eden, aslını açığa çıkartan sahneler de böyle başlayabiliyordu. Anlamaktan yorulmuş Corto’nun neleri hatırladığı ve aslında nelerle avunduğunu görmek dizinin önemli parçalarından birini oluşturuyordu.
Çizgi romanlar genellikle tefrika mantığına uygun olarak üretilirler. Her hafta başlayıp biten (ya da albüm olarak belli sayıdaki sayfayla sınırlanarak) öykü anlatmak bir ekonomiyi gerektirmektedir. Tasarlanan her kare, öykünün bir parçasıdır ve akışı sağlayan bir “an” veya “anlatıma” denk düşmektedir. Pratt bir serüven romanında olmayacak kadar öyküyü yavaşlattığı için genel seyir ile ilgisi olmayan sahnelerle karşılaşırız. Öykü kesilirken, oldukça insani, temelde bir duyguya dayanan diyaloglar okuruz. Corto biriyle konuşmaktadır ya da susmaktadırlar, evet bazen birbirinin aynısı, tek bir çizgisi değişmemiş, tek bir sözün geçmediği kareler izleriz. Resmedilenler, sabit bir kamera önünde sessizce duran oyuncuları çağrıştırdığı gibi çizgi romanı ifade olarak edebiyata yaklaştırır. Sürekli aksiyon içinde, şaşırma – irkilme anlarının bolca kullanıldığı, sonu ünlem işaretiyle biten konuşmaların sıkça geçtiği çizgi romanı biçimsel olarak farklılaştıran bir müdahaledir bu. Kalabalıklar, savaşlar, kovalamacalar içinde durgun, bekleyen ve mutlaka özleyen insanlara rastlarız. Adlandırmak gerekirse her şey hüznü çağrıştırmaktadır. “Demek vakit geldi” diye kalkıp kaçmaya ya da kovalamaya devam edecek, ölmeye gideceklerdir. Corto, katıksız bir aynılığın, bıkkınlığın içinde o sahneleri defalarca yaşamış “dünya kaç kere kayboldu, kaç kere bulundu” diyebilecek biridir. Sürprizleri, itirafları ve cesareti, kaçıp giden, erken büyümek zorunda kaldığı geçmişini/çocukluğunu yakalamak içindir sanıyorum. Ermişliği, deneyimlerden-yaşanmış olaylardan ve karşılaşılmış insanlardan beslenir. Hep bir şeylerin peşinden gider ama onu hep ufku, güneşin batışını veya yıldızları izlerken hatırlarız. Hugo Pratt adlı adamın kahramanı olduğunu biliyordur sanki.
Etiketler: 101 Yorum
Cumartesi, Ocak 03, 2009
Alf-Art

Etiketler: 101 Yorum